b-1.jpg
İnsan var olana kadar "zararlılar" da yoktu; var olan şey yaşamak için mücadele veren mil­yonlarca canlıydı fakat insan bu canlıların bir kısmına zararlı dedi ve bunlarla mücadele et­mek için toplamı pek çok ülkenin yıllık gelirini aşan harcamalar yaptı. Bu harcamalar kâh ama­cına ulaştı kâh ulaşmadı; kazanılanın yanı sıra çok şey de kaybedildi. Çevre ve insan sağlığın­dan ve hatta insan hayatından oldukça fazla ödün verildi. Çünkü bu tür çevresel sorunların kalıcı çözümleri için, temel kaynak olan ekoloji­ye ve ekologlara çok yakın bir tarihe kadar da­nışılmıyordu.
Gezegenimizi bir milyondan fazla canlı tü­rüyle paylaşıyor ve bu türlerin bazılarını zararlı olmakla suçluyoruz. Zararlı olan ve olmayan bü­tün bu organizma kütlesi üreyip çoğalmaya; ölüp azalmaya; yer işgal etmeye; su, hava ve ge­rekli besinleri almaya; atık madde oluşturmaya ve birinin diğerini yemesiyle hassas ve de kar­maşık bir hiyerarşik dengeyi korumaya devam ediyor. Bu olaylar öylesine sessiz bir şekilde oluyor ki gözümüzün önündeki ve ayağımızın al­tındaki devasa değişimin büyük bir kısmını fark edemiyoruz.
Zararlı olarak bilinen türler tek bir sınıf ya da şube ve hatta alem içerisinde sınıflandırıla-mıyor. Çünkü bakteriden bitkiye, mantardan hayvana herhangi bir organizma bir şekilde za­rarlı olabiliyor. Canlılar arasında böcekler, en
sık karşılaşılan zararlılar ve bu hiç de şaşırtıcı değil. Çünkü dünyadaki hayvan türlerinin %75'i böcek. Akarlar, keneler, bir yuvarlak solucan sınıfı olan nematodlar, yumuşakçalar ve diğer omurgasız hayvanlar arasında da zararlı olarak bilinen türler var. Bunun dışında kemirgenler, geyikler, çakallar ve kuşlar da bazı durumlarda
önemli zararlılar olabiliyor. Mikroorganizmalar­dan bazıları (bakteriler, mantarlar, tek hücreli hayvanlar olan protozoanlar, virüsler ve mikop-lazmalar) önemli bitki ve hayvan türlerinde has­talık yapıyorlar. Yabani otlar, yani istenmedik­leri yerlerde yaşayan sıradan bitkiler de diğer bir zararlı organizma grubunu oluşturuyor.
Peki milyonlarca canlı türünden niçin bazıla­rı zararlı ve bunlar ne zaman zararlı oluyor? Bu sorulara yanıt ararken anlamamız gereken ilk şey buradaki sorunun biyolojik, özellikle de eko­lojik bir sorun olduğu. Bir türün zararlı olup ol­madığına karar verebilmek için, bu türle ilgili, örneğin populasyon büyüklüğü gibi biyolo­jik/ekolojik değişkenlerin ortaya konması gere­kir. Zararlı sorunu genellikle bir türün populas-yonunun bir nedenle normalden daha yoğun ol­duğu ve bu yoğunlukta kaldığı durumlarda orta­ya çıkar. Bir şeftali ağacının yapraklarını yiyen 1, 10 ve hatta 1000 tırtıl, bir zararlı sorununa yol açmayabilir; ama ağacın üzerinde 10.000 tane tırtılın bulunması, bir sorun olduğu anlamı­na gelir.
Anlamamız gereken ikinci şey, zararlı tanımı­nın insanın gereksinim ve değerlerine göre yapıl­dığı, yani bu tanımın insan merkezci bir tanım olduğu. Çünkü kendilerine zararlı denen türler besin ve barınak için insanlarla rekabet eder; hastalık yapan organizmaları (patojenleri) yayar; insanlar üzerinden beslenir ya da başka bir şekil-
b-2.jpg
BİLİMveTEKNİK 76 Ocak 2006
b-3.jpg
de insan sağlığını, rahatını veya gönencini tehdit eder. Eğer insanlar yaşam tarzlarını ya da bek­lentilerini değiştirirlerse, bazı canlılar zararlı suçlamasından kurtulurlar. Örneğin, bütün in­sanlar sadece beton, cam ve çelikten yapılmış ev­lerde yaşamaya karar verip, ahşap evlerden ve mobilyalardan vazgeçerlerse, termitler zararlı ol­maktan kurtulacak ve hatta orman ekosistemle-rindeki ayrıştırıcılık gibi önemli rollerinden dola­yı takdir bile edilecekler.
Hangi canlıların zararlı olduğunu, bunların neden ve ne zaman zararlı olduklarını incelerken anlamamız gereken üçüncü şey, böcek korku­muz, tiksintimiz ve takıntımız; diğer adıyla "en-tomofobi"miz. İnsanın, tarım ürünleri ve süs bit­kilerinde "Hiç böcek ve zarar olmamalı!" şeklin­deki "mükemmeliyetçiliği" son birkaç on yılda patlak verdi. Bunun faturası çok sayıda "zararlı problemi" ve her yıl milyonlarca kilo böcek öldü­rücü kimyasal madde (insektisit) kullanımı oldu. Elbette, böcek öldürücülerin yoğun olarak kulla­nılmaya başladığı 194O'lı yıllardan önceki insan-
mül edemedikleri zaman bu canlılar da zararlı olarak sınıflandırılıyor. Bunu önlemenin tek yo­lu, insanları böceklerle küçük yaşlarda tanıştır­mak ve onları bu canlıların ekosistemimizin kali­tesini korumadaki büyüleyici ve yaşamsal rolleri konusunda bilgilendirmek.
Büyük olasılıkla, eski göçebe insanların avcı-toplayıcı yaşamlarında onları rahatsız eden orga­nizma sayısı çok azdı. Bu dönemin insanları ta­rımla uğraşmadıkları ve kalıcı ev ve mal sahibi olmadıkları için zararlı problemlerinin fiziksel ra­hatsızlığa yol açan bit, pire, sinek gibi hayvanlar­la sınırlı olduğunu düşünebiliriz. Olasılıkla o çağ­larda zararlılarla mücadelenin ilk biçimleri sinir­lenip kovalamak, elle/ayakla ezmek gibi bugün de kullandığımız ve çok da etkili olmadığını ve de bir mücadele çalışması sayılmayacağını kolay­lıkla itiraf edebileceğimiz şekildeydi. Çok çeflitli tipte ve sayıda organizmayı kontrol altına alma gerekliliği, tarımın gelişmesinden, yerleştik haya­ta geçilmesinden ve besin depolanmasını gerek­tiren bir yaşam tarzının benimsenmesinden son­ra ortaya çıktı. İlk zararlı kontrolü denemeleri mistisizme dayalıydı; bir tanrıya ikramda bulunu­luyor ya da danslı ayinler yapılıyordu. Bugün, bu yöntemlerin de etkisiz olduğunu itiraf edebiliyo-
kısmı kolayca çözülecek.
Benzer şekilde, bahçelerimizi ve park alanla­rımızı böceklerle ve ekosistemin diğer canlı ele­manlarıyla paylaşmaktan hoşnutsuz olmaya baş­ladık. Çünkü son asrın böcek öldürücü ilaçları "sayesinde" sağda solda böcek görmemeye alış­tık ve potansiyel olarak zararlı (bazen de zarar­sız) olan türleri az sayıda bile görmemiz, bizde acil bir yok etme isteği uyandırdı. Oysa, bazı süs bitkisi türleri orta, hatta ağır düzeyde zarara ol­dukça dayanıklıdır; ama bunu anlayabilen insan sayısı ne yazık ki çok az. Üstelik, dayanıksız süs bitkileri yerine dayanıklı olanların dikilmesi ha­linde, park alanlarındaki süs bitkilerinin zararlı­larla herhangi bir sorunu olmayacağını anlayabi­len insan sayısı daha da az. Dahası, piknik yap­mak amacıyla kullandığımız doğal ekosistemler-de pikniğimize ortak olmaya çalışan, orada bu­lunması bizim orada bulunmamızdan daha doğal ve gerekli olan böceklere karşı beslediğimiz nef­ret. Eğer dünya üzerinde yaşayan bir canlı türü olarak sınırlarımızı bilirsek "zararlı" sorunlarımı­zın bir kısmı daha kolayca çözülecek.
Böcek korkusu pek çok ülkede, özellikle şe­hirlerde yaşayan insanlarda oldukça yaygın. Bu da her sene yeni zararlılar yaratıyor. İnsanlar za­rarsız, hatta yararlı böceklerin ve diğer eklemba­caklıların, örneğin örümceklerin varlığına taham-
b-4.jpg
b-5.jpg
lar da "mükemmel" marulları tercih ederlerdi. Ama bu mümkün olmazsa ya da mümkün olma­sı için çok para harcamak gerekirse, marulu yı­kayarak böcekleri uzaklaştırmak, yapraklardaki delikleri görmezden gelmek ya da hasarlı veya kurtlanmış kısımları kesip atmak onları mutsuz etmezdi. Aksine, "biraz daha az mükemmel" olan meyve veya sebzelerinin kalan kısımlarının tadını çıkarırlardı. Böcek öldürücü kullanımının tavana vurduğu yıllar olan 1980'li yılların "bi­linçli tüketicisi" ise, hasarlı ya da böcekli ürün­leri, bu ürünlerin fiyatı ne olursa olsun satın al­mama taraftarıydı. Pazarlamacılar arasındaki ge­nel eğilim de böcek kaynaklı "pislik" ve hasarın hoşgörülmemesi yönündeydi. Birkaç böcek ve bunların neden olduğu zarar, ürünün besinsel değerinden hiçbir şey götürmese ve sağlık için hiçbir olumsuzluk arzetmese de durum buydu ve bugün de pek farklı değil. Bu durumun gülünç olan yanıysa, konservelenmiş ya da işlenmiş ürün içerisinde böcek kalıntılarının bulunması­nın çeflitli kanunlarla yasaklanmış olması, buna karşılık az miktardaki böcek öldürücü kimyasa­lın bu ürünlerin içerisinde bulunmasının hoşgö-rülmesi. Yani bu mantıkla biraz zehir, küçük bir böcek bacağından daha iyidir! Böylece, biz in­sanlar son 40 yıl içerisinde zararlı sorunumuzu sadece mükemmel görünen ürün talebimiz yü­zünden artırdık. Eğer tüketiciler olarak bizler ni­nelerimizin bazı standartlarını kabul etme konu­sunda ikna olabilirsek "zararlı" sorunumuzun bir
ruz. Daha sonra, yaşanılan çevrenin zararlı için daha az uygun olma yönünde nasıl değiştirilece­ği öğrenildi. Bu daha az uygun hale getirme işiy-se yabani otları, böcekleri ve diğer omurgasız za­rarlıları yok etmek için tarlalarda su baskını ve­ya anız yakma türünden şeyler yapmak, kuşları kovmak için korkuluk kullanmak gibi bazılarımı­zın bugün de kullandığı ama çok etkili olmadığı­nı kolaylıkla itiraf edemediği şekildeydi.
Sonra, bazı kimyasalların zararlı öldürmede kullanılabileceği bulundu. MÖ 2500 yıllarında Sümerliler böcek ve akarları kontrol etmek için bakirli bileşikler kullanıyorlardı. MÖ 1200 yılla­rında Çin'de bitki kökenli böcek öldürücüler kul­lanılıyordu. Çinliler ayrıca iç mekanlardaki ve de­polanmış ürünlerdeki zararlılar için tebeşir ve odun külü; bit ve diğer zararlılar için cıva ve ar-senikli bileşikler kullanıyorlardı. İlginçtir ki, gü­nümüzden binlerce yıl önce zararlı canlıların do­ğal düşmanlarının değeri ve zararlı salgınından kaçınmak için ürünün tarlaya ekileceği tarihin ayarlanmasının önemi Çinliler tarafından anlaşıl­mıştı. Bazı teknikler, Çinlilerin Yunan ve Romalı çağdaşlarınca da kullanılıyordu. MÖ 950'de Ho­mer, çekirge kontrolünde anız yakmanın öne-
Ocak2006 77 BİLİMveTEKNİK
b-6.jpg
minden; MÖ 450'de Heredotus, sivrisinek cibin­liklerinin kullanımından ve sivrisineklerden ko­runmak için yapılacak yüksek kulelerde uyumak­tan, MÖ 350'de Aristo, Yunanlıların böcekleri uzak tutmak için tütsü kullandığından; MÖ 13'te Romalı bir mimar olan Marcus Pallio zararlı gi­remeyecek şekilde tasarladığı bir tahıl ambarın­dan bahseder.
Bununla birlikte, Roma İmparatorluğu'nda yapılan mücadele çalışmalarının hepsi bu kadar anlaşılır değil. Çekirge istilaları veya bitki hasta­lıkları gibi başa çıkılması mümkün görünmeyen durumlar karşısında insanlar, zararlı sorunları­nın çözüm yollarını batıl inançlarda da aradılar. Örneğin tarımla ilgili olarak Roma'da milattan 50 yıl sonra yazılmış bir yazıda tırtıllardan ko­runmak için şunlar önerilir: "Çıplak bir kadın uçuşan saçlarıyla, bahçenin etrafında yalınayak koşsun veya bir bahçenin çeflitli yerlerine kari­des asılsın." Ayrıca, Romalılar geleneksel olarak her nisan ayında dönemin en kötü zararlısı olan tahıl küfüyle özdeşleştirilen tanrıça Robigo'yu sakinleştirmek için ayinler düzenlerlerdi.
Çin'de milattan sonraki 1000 yıl boyunca za­rarlı kontrolünün evrimi pek hızlı oldu. Bunun olası nedeni, Çinlilerin gelenek ve felsefeleri ne­deniyle doğaya ve onun bir parçası olan böcek­lere yoğun olarak ilgi duymalarıydı. Hal böyle olunca, böceklere ve ekosistemlerin temel işleyiş mekanizmaları konusundaki bilgi her geçen gün arttı. Örneğin, MÖ 4700'de ipekböceğinin nasıl yetiştirildiği Çinliler tarafından biliniyordu. Bu bilgelik, MS 3. yüzyılda Çince yazılmış şu yazı­dan oldukça açık bir şekilde anlaşılıyor: "Bir kuş türünün sayısını artıran bir faktör, gül biti popu-lasyonlarını dolaylı olarak olumlu yönde etkili-
Çinliler zararlı kontrolüyle ilgili yaklaşımları­nı geliştire dursun, Avrupa'da, Roma İmparator-luğu'nun yıkılışından yüzyıllar sonra bile kontrol yöntemleri yoğun olarak dini inançlara, hurafele­re ve zararlıların mahkemelerde yargılanmasına (!), ama çok daha az olarak biyoloji bilgisine da­yanıyordu.
Avrupa'da Rönesans bilimsel bilgi arayışını yeniden ateşledi ve zararlı organizmalarla ilgili bilgi artmaya başladı. Mikroskobun icadı, böcek­lerin çürüyen materyalin içinde kendiliğinden ge­lişmediğinin, oraya bırakılan yumurtalardan çık­tığının anlaşılması, Linne'nin ikili adlandırma sis­temini geliştirmesi ve artan biyoloji bilgisi zarar­lılarla mücadelede daha gerçekçi yaklaşımların benimsenmesini sağladı. Bununla birlikte bu gerçekçi yaklaşımların bazıları etkili olamayabili-yordu. Örneğin, resimdeki 18. yy. Avrupa hanı­mefendisinin boynunda asılı olan şey bir pire tu­zağı. Pireler tuzağın dışındaki deliklerden girin­ce iç kısımdaki yapışkan tüpe yapışıyor. Fakat bu tuzağın etkili olduğuna dair bir kayıt yok.
1750 ve 1880 tarihleri arasında Avrupa'da tarım devrimi yaşandı. Tarım ilk kez bu dönem­de, geçinmek için yapılan bir iş olmaktan çok ti­cari bir girişim oldu. Tarım devriminin 19. yy.ın ortalarına doğru hızla ilerlediği yıllarda, Avrupa ülkeleri ve bunların sömürgeleri daha önce eşi benzeri görülmemiş tarımsal bir felaketle karşı karşıya kaldı. 1840'ların sonlarında İrlanda, İn­giltere ve Belçika'da patatesleri mahveden bir mantar hastalığı ortaya çıktı; 1850'lerde Avru­pa'nın üzüm yetişen alanlarını küf salgını kasıp kavurdu; kahve hastalığı salgını Seylan'ın kahve üretiminden vazgeçip çay üretimine geçmesine neden oldu; Amerika'dan Avrupa'ya gelen bir
b-7.jpg
yor. Çünkü bu kuş türü, gül bitlerini yiyen uğur böcekleriyle besleniyor." Ekosistemlerin işleyişi­ne dair böylesine temel bir bilginin aydınlığına sahip olan Çinlilerin, biyolojik mücadeleyi kulla­nan ilk toplum olması pek de şaşırtıcı olmasa ge­rek. 300'lü yıllarda Çinlilerin, turunçgil bahçele­rindeki tırtılları ve büyük kabuk böceklerini kon­trol altında tutmak için bahçelere avcı karınca yuvaları yerleştirdiklerini biliyoruz. Ayrıca bu ka­rıncaların etkinliklerini, yuvaları stratejik bir bi­çimde yerleştirerek ve ağaçların dalları arasına, karıncaların bir ağaçtan diğerine geçişini kolay­laştırmak için bambudan yapılmış yollar yerleşti­rerek artırıyorlardı.
Berne Gölü'nü işgal eden sülükler, bu böcekler kadar şanslı olmazlar. Çünkü Lozan piskoposu, gölü terk etmeleri için onlara üç günlük süre ve­rir ama sonuç alamadığını görünce bizzat olay yerine gider; Tanrı, melekler ve kilise adına sü­lükleri lanetleyip aforoz eder. Piskopos bu uygu­lamada sonuna kadar haklıdır. Çünkü söz konu­su sülükleri daha önce uyarmıştır. Yakalattığı bir­kaç sülüğü mahkemeye çıkarıp yargılamış ve di­ğerlerine ders olsun diye bu sülükleri idam ettir­miştir! Yine İsviçre'de, Bern'de, tarladaki ürünle­ri yiyen tırtıllar dava için mahkemeye çağrılırlar. Bu çağrı, görevli mübaşirin tarlaya gidip yüksek ve anlaşılabilir bir sesle duruşmanın ne zaman ve nerede yapılacağını okuması şeklinde olur ve üç farklı zamanda tekrar edilir ki, böceklerin orada bulunmadığı bir zamana denk gelinmiş olmasın. Tırtıllar yapılan çağrılara "kulak asmazlar" ve duruşmalara tırtıllar olmadan devam edilir. So­nunda tırtıllar suçlu bulunur, baflpiskopos sürgün edilmelerine karar verir. Bu sonuçlar da kendile­rine duyrulur ama tırtıllar yine kulak asmazlar. Bunun üzerine duruma çok sinirlenen başpisko­pos bütün tırtılları aforoz eder. Böcekler dinden çıkarılmaya nasıl bakarlar bilinmez ve aslında merak da edilmez; ama acaba böcek davaların­da, böcekleri savunup aforozu redden ya da çift­çileri savunup afarozu uygun gören katılımcılar­dan biri olsun sormamış mıdır "Biz ne yapıyo­ruz?" diye?
Böcek Davaları
Bilimin yol göstericiliğinden uzaklaşmak, in­san topluluklarına ilginç şeyler yaptırıyor; böcek­lere karşı dava açmak, bu davalar sonucunda bö­cekleri idam ya da aforoz etmek gibi. 1500'lerin ortalarında Fransa'da bir köydeki böceklere kar­şı bir dava açılır. Piskoposluk yargıcı, böcekleri savunması için bir avukat atar. Avukat işinde iyi­dir ve davayı böcekler kazanır. Yargıç, işbu bö­ceklerin de insanlar gibi tanrının kulları olduğu için bitkilerle beslenmede eşit haklara sahip ol­dukları ve aforoz edilemeyecekleri sonucuna va­rır ve de davacıların toplu halde dua ederek af di­lemeleri ve vergilerini geciktirmemeleri (!) emri­ni verir. Bu arada dava bir sene kadar sürdüğü için böcek populasyonun doğal seyrinden ötürü davanın sonuna doğru bö­cekler ortadan kaybolur ve olay kapanır. Bu olaydan kırk yıl sonra bu böceğin po-pulasyonu yeniden artar ve dolayısıyla yaptığı zarar da yeniden belirginleşir. Çiftçi­ler tekrar şikayette bulunur­lar, ama bu sefer yargıcın "böceklerin de beslenmeye hakkı vardır" şeklindeki yar­gısına karşı hazırlıklıdırlar. Çiftçilerin avukatı, mahke-
b-8.jpg
b-9.jpg
mede, böceklere beslenebi­lecekleri bitkilerin bulundu­ğu bir yer gösterilmesi öne­risini getirir. Böceklerin avukatı gösterilen bu yeri inceler ve bu yerin böcekle­rin beslenmesini sağlayabi­lecek düzeyde bitkiye sahip olmadığı sonucuna varır. Dava böylece sürüp gider ve böcekler aforoz edilmekten "kurtulur". Ama İsviçre'nin
BİLİMveTEKNİK 78 Ocak 2006
b-10.jpg
yasallar kadar zehirli olan paratyon ve malatyon gibi kimyasalları içeren başka bir bileşik grubu­nu, organofosfatları buldular. Bunu karbamatlar izledi. Bu yeni böcek öldürücülerin ilk kullanımı, insan hastalığı taşıyan böceklere karşı olduysa da savaştan sonra tarım sahasında da kendileri­ne hazır bir pazar buldular çünkü sahip oldukla­rı eşsiz özellikleriyle onlar artık "mucize" kimya­sallardı. Yeni mantar öldürücüler, bitki öldürücü­ler (herbisit), kemirgen öldürücüler (rodentisit) ve zararlı kontrolünde kullanılan diğer kimyasal­lar hızlı bir şekilde "mucize" böcek öldürücüler listesine ilk sıralardan girdi ve kullanımları art­maya devam etti.
"Mucize" böcek öldürücülerin zararlı müca­delesiyle uğraşan insanların düşüncelerindeki et­kisi de "mucizeviydi"! Çiftçiler önceleri zararlıla­rı "kontrol altına almak"tan bahsederlerken, ar­tık, "yok etmek"ten bahsediyorlar, zararlılara vurulan darbenin %100 öldürücü olmasını bekli­yorlardı. Yeni kimyasallar öyle başarılı zehirlerdi ki, dönüşümlü ekim, mahsul koruma çalışmaları, doğal düşmanların teşviki, özel kültür çalışmala­rı, sivrisineklerle mücadelede durgun suların drenajı gibi belli bir önleyiciliğe sahip eski mü­cadele yöntemlerine rağbet edilmiyordu. Temel­de her zaman ekolojik bir sorun olarak değerlen­dirilmesi gereken zararlı kontrolü, hiçbir şekilde ekolojik bakış açısı içermeyen bir kimya ve mü­hendislik yan dalı haline gelmişti. Böcek öldürü­cülerin kullanımı üretici için tarlayı işlemek ya da tohum ekmek kadar sıradan olmuştu. Artık çok az kimse tarlasındaki zararlı böceklerin bir müdahaleyi gerektirecek sayıda olup olmadığıyla ilgileniyordu. Bunun yerine hemen her üretici bir zaman tablosu kullanarak periyodik bir şekilde ilaçlama yapıyordu ve çiftçinin temel bilgi kayna­ğı haline gelen ilaç şirketi temsilcileri tarafından sürekli teşvik ediliyordu. Fakat "mucize", gerçek olamayacak kadar iyiydi. Kimyasallara aşırı bağ­lılık sorunların artmasına neden oldu. Ekolojik-biyolojik bir doğaya sahip olan bu sorunlar baş­ta görmezden gelindi, sonra da belli bir süre da­ha görmezden gelmeye çalışıldı ama sonunda bu sorunlar daha fazla duyarsız kalınamayacak ka­dar büyüdü.
Yaklaşan felaketin ilk habercisi ana zararlı gruplarının bazılarının böcek öldürücülerin öl­dürme gücüne karşı direnç kazanması oldu. İlk direnç vakası 1946'da İsveç'ten rapor edildi: DDT, artık, karasinekleri öldürmüyordu. 20 yıl içerisinde 224 böcek ve akar türünün bir ya da daha fazla böcek öldürücü grubuna direnç ka­zanmış olduğu açıklandı. Bu zararlıların 127'si tarım, 97'siyse hayvan ve insan sağlığı açısından önemliydi.
Üreticinin dikkatini çekmeye başlayan ikinci sorun hedef zararlının populasyonlarının güçlen-mesiydi. Yeni böcek öldürücülerden biriyle ilaçla­ma yaptıktan sonra bazı zararlı populasyonların-da belli bir azalma oluyordu ama sonra bu popu-lasyonlar ani bir artışla eskisinden daha yoğun hale geliyordu. Söz konusu artışın nedeni böcek öldürücülerin geniş spektrumlu olmaları, yani karşılaştıkları pek çok canlıyı öldürmeleri ve bu canlıların arasında zararlının doğal düşmanı olan canlıların da bulunmasıydı; düşmanı ortadan kal­kan zararlı, populasyonunu rahatlıkla artırıyordu.
"Mucize" böcek öldürücülerin kullanımından kaynaklanan üçüncü tip sorun ikincil zararlı sal­gınlarıydı. Bitkilerle beslenen ve daha önce za­rarlı olmayan türler aniden zararlı olmaya başla­mışlardı çünkü kimyasallar kullanılmaya başla­madan önce bu canlılar doğal düşmanları tara­fından kontrol altında tutuluyordu (biyolojik kon­trol); fakat kimyasallar doğal düşmanları orta­dan kaldırınca ya da sayılarını azaltınca bu türler doğal olarak sayıca artmaya başladı. Bu artış, daha fazla bitki tüketmeleri, yani zararlı hale gelmeleri demek oluyordu.
Bu üç soruna karşı genel tepki, kimyasal kul­lanımını artırmak oldu. Bir böcek bir kimyasalın belli bir dozuna karşı direnç kazandığı zaman, o direnci kırabilecek kadar yüksek dozlar veya başka böcek öldürücüler ya da birkaç böcek öl­dürücü birden kullanıldı. Bir ilaç, hedef zararlı­nın artmasına neden olduğunda o ilacın uygulan­ma sıklığı da arttı. İkincil zararlı salgınlarının or­taya çıkması durumunda da yeni "zararlı"yla tıp­kı asıl zararlıyla başa çıkıldığı gibi ve ilaçlama tablosuna ilaveler yapılarak başa çıkmaya çalışıl­dı. İlaç kullanımın artması daha fazla dirence, hedef zararlıların daha fazla güçlenmesine ve da­ha fazla sayıda ikincil zararlı salgınına neden ol­du. İçinde bulunulan durum tam anlamıyla bir kı­sır döngüydü.
"Mucizevi" böcek öldürücülerin yol açtığı dördüncü tip sorun, çevre kirliliği ve yaban haya­tının ağır hasar almasıydı. Bal arıları, balıklar, kuşlar, diğer pek çok hayvan masumdu ve bu canlıların, tarım alanlarına, ormanlara, park alanlarına zararlı öldürücülerin boca edilmesinin kurbanı olduklarının farkına uzun süre varılama­dı. İnsanlar bir süre sonra normalde doğada bu­lunmayan bu zehirlerin, özellikle de DDT gibi klorlu hidrokarbonların her yerde (ama gerçek­ten her yerde - Antarktika'daki penguenlerde, kuzey kurbağalarında, okyanusların derinlerinde yaşayan balıklarda, ayrıştırıcı organizmalarda ve insanda anne sütünde) olduğunu gördüler.
1972'ye gelindiğinde ABD, DDT ve diğer ba­zı kimyasalların kullanımını yasakladı ama birkaç kimyasalın yasaklanmış olması çevresel kirlilik­ten kaynaklanan sorunları çözmeye yetmedi.
üzüm zararlısı (Phylloxera) Fransa'nın şarap en­düstrisinin sonu oldu. Bu felaketlerin en azın­dan bir kısmının nedeni ticari kaygı taşıyan ye­ni tarım sistemleri ve uluslararası seyahatin art­masıyla zararlıların bir ülkeden diğerine kolayca taşınmasıydı. 17. yüzyılın sonlarında ve 18. yüzyılın başlarında çeflitli bitkisel böcek öldürü­cüler yeniden bulunmaya ve Avrupa'ya sokulma­ya başladı. 19. yüzyılın ilk yarısında Fransa'da küf hastalığına ve üzüm endüstrisini tehdit eden diğer hastalıklara karşı etkili olduğu bulunan bakır kökenli mantar öldürücüler (fungisit) olan "Bordeaux karışımı" ve "Paris Green"den sonra zararlı öldürücüler diğer pek çok zararlı böceği de öldürmek için düzenli olarak kullanılmaya başladı.
Zararlı kontrolü bilimi 20. yüzyılın ilk 40 se­nesinde çok hızlı bir şekilde gelişti fakat 20. yüzyıldaki en büyük zararlı kontrolü devriminin tetikleyicisi II. Dünya Savaşı oldu. I. Dünya Sava-şı'nın büyük kısmı Avrupa'da geçmişti ve sava­şan askerlerin zararlı sorunları genellikle rahat­sız edici olan ama çok ender olarak ciddi bir so­run haline gelen bit, pire, tahtakurusu gibi bö­ceklerin neden olduğu sorunlardı. Bu sorunlar çok fazla İnsanın sağlıksız savaş koşullarında bir arada bulunmasından kaynaklanıyordu. Oysa II. Dünya Savaşı, çoğunlukla tropik bölgelerde geç­ti. Bu bölgelerdeki böceklerin bulaştırdığı hasta­lıklar (sıtma, tifüs, uyku hastalığı, dang humma­sı, nükseden humma gibi) orduların performan­sını düşürecek ve savaş maliyetini artıracak po­tansiyele sahipti. Savaşa dahil olan taraflar bu durumu çok çabuk fark ettiler ve böylece daha etkili böcek öldürücüler bulmaya yönelik araştır­malar öncelikli hale geldi.
Böcek öldürücü etkisinin olup olmadığını an­lamak için birçok kimyasal madde denenmeye başlandı. Bu kimyasallardan biri de Paul Mueller adlı İsviçreli bir kimyager tarafından geliştirilmiş ve İsviçre'deki Geigy Kimya şirketi'nde üretilmiş dikloro-difenil-trikloroetan, yani DDT idi. Bu öy­le bir kimyasaldı ki, denenen tüm böcekleri çok küçük dozlarda bile öldürüyordu; tam da araştı­rıcıların istediği gibi! Bunu lindan, metoksiklor, klordan ve heptaklor gibi diğer klorlu hidrokar­bonlar izledi. Batı Müttefikleri DDT gibi klorlu hidrokarbonları geliştirirken, Almanlar bu kim-
b-11.jpg
Ocak 2006 79 BİLİMveTEKNİK
İtalya'da zararlı kontrol çalışmaları yürütmekte olan Dr. Asghar Talbalaghi'ye, kendisine ait olan "helikopter­den ilaçlama" fotoğrafını kullanmama izin verdiği için teşekkür ederim.
kontrol altına alındı, besin üretimi arttı ve park alanlarının estetik kalitesi yükseldi. Bununla bir­likte, bugün bazı ülkelerin yapmakta olduğu gi­bi, kontrol programlarına diğer mücadele yön­temleri de mantıklı bir şekilde dahil edilmiş ol­saydı sağlığa, ekonomiye ve çevreye dair kimya­sal kaynaklı sorunlarımız çok daha az olacaktı.
Günümüzde, gelişmiş ülkeler zararlılarla mücadele için uzun süreli planlar yapıp, strate­jiler belirliyorlar. Bu strateji ve planlar pek çok kontrol yöntemini barındırıyor. Konuyla ilgile­nen bilimadamlarının hemfikir olduğu nokta, tek başına kimyasal mücadelenin zararlılarla mücadelede yeterli olamayacağı; ama bununla birlikte kimyasalların da bir kenara itilemeyece-ği. 21. yüzyılda mücadele çalışmalarının teme­linde ekosistemlere en az müdahaleyle en çok verim alma fikri yatıyor. Zararlı öldürücü kim­yasalların üretimi ve uygulanmasıyla ilgili tek­nikler de bu fikir çerçevesinde şekillendirilme­ye çalışılıyor. Bu kapsamda hedef canlının dı­şındaki canlılara etki etmeyecek ve uygulandığı alanda uzun süre kalıp sonu insana kadar varan besin zincirine girmeyecek ya da en az düzeyde girecek ilaçların geliştirilmesi üzerinde yoğun-laşılıyor. Zararlıların doğal düşmanlarının nasıl daha etkin, zarar gören (konak) organizmaların nasıl daha dayanıklı hale getirilebileceği araştı­rılıyor. Bu araştırmalara ekoloji, entomoloji, mikrobiyoloji, biyoteknoloji, biyokimya ve ge­netik dalları çok önemli katkılar yapıyor. Müca­dele tekniklerinin yanısıra mücadele sistemleri de geliştiriliyor. Örneğin, ABD'nin pek çok eya­letinde tarım ve hayvancılık alanları ekologlar-ca sürekli olarak gözetim altında tutuluyor, her türlü veri bu uzmanlar tarafından toplanıyor ve üniversitelerin de yardımıyla gözlem ve veriler değerlendirilerek nasıl bir mücadele yöntemi­nin izlenmesine karar verilerek çiftçi bilgilendi­riliyor. Bu tür çalışmaların ülkemizde de yapıl­ması fikri bir hayal değil; çünkü bilim ve teknik alanında yetişmiş eleman sıkıntımız yok. Gereksinim duyduğumuz tek şey bu konuya za­man ve para ayrılması ve de konuyla ilgili yasal düzenlemelerin yapılması.
Henüz geç kalmış değiliz; ama ne kadar iyimser olursak olalım böyle devam edersek geç kalmış olacağız. Yeterince geç kaldığımız günler geldiğindeyse zararlı sorunlarımızın yanı sıra sağlık sorunlarımızın beraberinde gelecek olumsuzluklar daha yüksek maliyet, daha fazla mutsuzluk ve daha haklı karamsarlık olacak.
Kahraman İpekdal
Hacettepe Üniversitesi
Ekolojik Bilimler Araştırma Laboratuarı
kipekdal@hacettepe.edu.tr
Kaynaklar:
Brooks, G.T., Roberts, T.R. (Ed.), 1999. Pesticide Cemistry and Bi-oscience. The Royal Society of Chemistry, Cambridge.
Driesche, R.G., Bellows, T.S., 1996. Biological Control. Chap-man&Hall, New York.
Ferry, L., 2000. Ekolojik Yeni Diizen.Yapı Kredi Yayınları, istanbul.
Flint, M.L., Bosch, R., 1981. Introduction to Integrated Pest Mana­gement. Plenum Press, New York.
Henschel, U., 1983. Neue Wege im Pflantzenschutz: Rauber auf Bes-tellung. Geo, 6: 132-146, Hamburg.
http://www.bi okids.umich.edu/images/biokids_photos/
http://www.daapv.unipd.it/promoth/
http://www.lassebo.dk/phobias/entomophobia.html
http://www-space.arc. nasa.gov/~ru bin/images/ orionddt.jpg
b-12.jpg
Araştırmalar gösteriyor ki havadan yapılan ilaç uygulamalarının %50'si hedef alana ulaşır, geri kalan kısmı çoğunlukla kilometrelerce uza­ğa rüzgarla taşınır. O nedenle zararlı öldürücü­lerden kaynaklanan çevre kirliliği, hedef alanla sınırlı olamaz. Örneğin, yaşadıkları alanın bin­lerce kilometre ötesine kadar ilaç uygulaması­nın yapılmadığı Antarktika penguenlerinin vü­cutlarında, önemli düzeyde böcek öldürücüler tespit edilmiş. Bu bulgu, kimyasalların, uygu­landıkları yerden binlerce kilometre uzağa do­ğal yollarla taşınabildiğinin kanıtı.
Zararlı öldürücü kimyasalların neden oldu­ğu çevre kirliliğinin temel nedenlerinden biri de "biyolojik yükseltgenme". Örneğin, bir ortama belli bir miktar ilaç atılmış ve o alandaki her otun bünyesinde bu ilaçtan 1 birim birikmiş ol­sun. Bu otla beslenen bir böcek bu ottan bir ta­ne yiyip doymayacağından, örneğin 10 tane yi­yeceğinden, söz konusu ilaçtan 10 birimi vücu­duna almış olur. Bu böcek üzerinden beslenen bir kuş da yine aynı mantıkla 10 böcek yese, o ilaçtan 100 birimi almış olur ve besin zincirinin her halkasında ilacın miktarı bu şekilde yükselt-genir. İşte bu durum biyolojik yükseltgenme olarak biliniyor. Bu arada böyle bir yükseltgen-meden en fazla zarar görenler de besin zinciri­nin son halkalarında bulunan organizmalar (in­san gibi), yani vücutlarına en çok zararlı öldü­rücü kimyasal alanlar oluyor.
Mevcut yasal düzenlemelere göre dünyanın pek çok ülkesinde satılan ürünlerdeki birikmiş ilaç miktarının belli bir dozun üzerinde olması­na izin verilmiyor. Böylece biyolojik yükseltgen-menin insana zarar vermesi engellenmeye çalı­şılıyor. Ancak, yeryüzünde ölüm-kalım savaşı veren tek canlı insan değil; hatta sayıya vurul­duğunda insan hiç de önemli bir türmüş gibi görünmüyor. Biyolojik yükseltgenme, doğal or­tamlarında yaşamaya çalışan pek çok türün yok olmasına neden oluyor. Bunun yanı sıra, yiye-ceklerdeki ilaç dozunu sınırlamaya yönelik ya­sal düzenlemeler insanları koruyamayabiliyor.
Bunun iki nedeni var: Birinci neden, bu yasalar her yerde tam anlamıyla uygulanamıyor, özel­likle tarım sistemi geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerde. Çünkü böyle ülkelerde halka su­nulan çoğu üründeki birikmiş ilaç miktarı kon­trol edilmiyor. İkinci neden, yukarıda da değin­diğimiz gibi, insanın yeryüzünde yaşayan tek canlı olmaması; var olan diğer canlılar ile bir etkileşim içerisinde olması. Aşağıdaki örnek bu etkileşimi gayet güzel açıklıyor:
1963 yılında Bolivya'da San Joaquin adlı küçük bir kasabada, 300 kişi kanamalı humma -diğer adıyla kara tifüs- nedeniyle öldü. Daha önce bu bölgede böyle bir hastalık görülmemiş­ti. Hastalığa neden olan şey bir virüstü ve bu vi­rüsün kaynağının fare benzeri bir kemirgen ol­duğu anlaşıldı. Bu kemirgenin sayısı son za­manlarda San Joaquin'deki evlerde artmıştı. Peki bu artışın nedeni neydi? Sayıları birkaç yü­zü geçen kasaba kedileri, son beş yılda gizem­li bir şekilde bir düzinenin altına düşmüştü. Böylece doğal düşmanları olan kediler azalınca, kemirgenler kasabaya özgürce girmenin ve be­sin kaynaklarını pervasızca kullanmanın keyfini çıkarmaya başlamışlardı. Fakat kasabanın kedi­leri neden birden bire ölmüşlerdi? Cevap DDT'nin kedi populasyonu üzerindeki baskısın­da yatıyordu. Sıtmayla mücadele programı kap­samında bütün evlerin duvarlarının iç tarafları, sıtmaya neden olan tek hücreli canlıyı bulaştı­ran sivrisinekleri öldürmek için DDT ile ilaçlan-mıştı ama bilindiği üzere kediler sağa sola sür­tünmeyi severler, San Joaquin'dekiler de öyle. Duvarlara sürtünen kediler duvardaki DDT'yi kürklerine bulaştırdılar ve temizlenme amaçlı yalanırken de sindirim sistemlerine aldılar. So­nuçta hemen hepsi öldü. Böylece Bolivya'da ciddi bir hastalığın önüne geçmek için yürütü­len bir program başka bir ciddi hastalığın orta­ya çıkmasına neden oldu.
Zararlı öldürücülerin dikkatli kullanımı insan­lığın işine elbette çok yaradı. Son 40-50 yıl içe­risinde böceklerin bulaştırdığı bazı hastalıklar
BİLİMveTEKNİK 80 Ocak 2006