Çalmazsa olmaz cep telefonları, her gün daha da güzelleşmek için yığınla para yatırdığımız
kozmetikler, ufacık bir baş ağrısına bile çözüm olsun diye kullandığımız ilaçlar, evlerimiz hoş
koksun, pırıl pırıl ve hijyenik olsun diye hiç kısmadan bol bol kullandığımız temizlik malzemeleri,
dünyadan daha kolay haberdar olabilmek için başından kalkmadığımız bilgisayarlarımız... Bunlar
yalnızca, vazgeçemediğimiz kalabalık bir listenin bir yerine iliştirdiklerimiz. İşte, sanayi tüm bu
vazgeçemediğimiz tüketim maddelerinin üreticisi. Yani, bizim gereksinimlerimize yanıt veren büyük
bir alan. Ancak, tüm bu gereksinimlerin üretimi sürecinde bir de istenmeyen yan ürünler çıkıyor:
Tehlikeli atıklar. Elbette tüm sanayi atıkları bu sınıfa girmiyor. Tehlikeli olması için, patlayıcı,
çürütücü, aşındırıcı, kolay reaksiyona giren ve zehirli olması gerekiyor. Asbest, boya atıkları,
PCB'ler, ağır metaller, boya atıkları, çözücüler, bu atıklardan yalnızca bir kısmı. Bir zamanlar,
gelişmenin ve sanayileşmenin kaçınılmaz bir sonucu olduğu düşünülen bu atıklarla baş edebilmek"
için tüm dünyada alarm zilleri çalmaya başladı. Peki ya Türkiye'de siren sesleri duyuluyor mu?
Yoksa, "şimdilik her şey yolunda" mı diyoruz?
1950'li yıllar... ABD'de Niagara Şela-lesi'ne yakın, Aşk Kanalı diye çok ro­mantik bir adla bilinen eski bir kanal. Bu kanal, 1950'li yıllara kadar yakının­daki büyük bir kimya fabrikasının atık­larına ev sahipliği yapmış. Kanal dolun­ca, fabrika sahibi şirket de, oluşturdu­ğu kimyasal çöplüğün üstünü güzelce kapatıp belediyeye hibe etmiş. Zaman­la, eski çöplüğün üstüne bir mahalle kurulmuş, bir de okul inşa edilmiş. 1970'li yıllara gelindiğinde, mahallelile­rin bodrum katlarında esrarengiz kim­yasal sızıntılar başlamış. Önce çocuk­larda, sonra da yetişkinlerde birbiri ar­dına çıkan sağlık sorunları mahalle sa­kinlerini dehşete düşürmüş. Bunların nedeniyse, yıllarca süren bir dizi iz ko­valamaca sonunda ancak ortaya çıkar-tılabilmiş.
Buna benzer olaylar, Amerika'nın başka bölgelerinde ve Hollanda, Al­manya gibi çeşitli Avrupa ülkelerinin pek çok yerinde de izlendi ve hâlâ da izleniyor. İleri kimya sanayiine sahip ülkelerde, sızıntı yaptığı ancak son yıl­larda keşfedilen yüzlerce sanayi çöplü­ğü bulunuyor. Ancak, bu olayların tü­münde de, sorun ortaya çıktığında çok geç kalınmış oluyor. Çünkü toprağa ve yer altı sularına karışmış bu kimyasal zehirleri, varillerine yeniden koymaya olanak yok.
Peki, kimya sanayii daha yeni yeni gelişen Türkiye bu konuda ne yapıyor? Gönlümüzden geçen, duymak istediği­miz yanıt şu: Gelişmiş ülkelerin geçirdi­ği acı deneylerden ders alarak kendi sa­nayi atıklarını denetliyor. İleride toplu­ma çok daha pahalıya mâl olabilecek zehirli atık sorununa, şimdiden temiz bir üretimle çözüm getiriyor. Gelelim sorunun gerçek yanıtına!
Türkiye'nin bu konuda ak pak bir ülke olmadığını biliyoruz. Aslında, atık­larımızın akıbetinin ne olduğunu da çok bilmiyoruz. Nereden, ne kadar, hangi tehlikeli atık çıkıyor? Bunları bi­le doğru dürüst bildiğimiz söylenemez. Bildiğimizse, "tahminen" yılda en az iki milyon ton sanayi atığı çıktığı. Yani, ciddi bir sorunla karşı karşıyayız. Ney­se ki, henüz yeni gelişmekte olan bir sanayiye sahibiz ve önlem almak için de hiç geç değil. Henüz patlamış bir petrol sanayimiz ya da zehirler yayan bir arka bahçemiz yok. Ancak, yine de denizlerimiz can çekişmeye ve tehlikeli atıklarımızın büyük bir kısmı, bilinme-
Büyük Sınava Hazırlık
1987 yılında Karadeniz'e boşaltılan ve kıyıları­mıza vurduktan sonra Sinop ve Samsun'da iki de­poya kaldırılan, İtalya'ya ait tehlikeli atık varilleri hakkında pek çok haber yayımlandı, eylem ve kampanyalar düzenlendi. Bu sayede de, gözler bu atıklar üzerine çevrildi. Şu günlerde, bu atıkların akıbeti üzerine bir karar verilecek. Biz de, nefes­lerimizi tuttuk ve heyecanla sonucu bekliyoruz! Acaba, İtalya atıklarını geri alacak mı?
Denizin dibinde bulunduğu tahmin edilen binler­ce varilden yalnızca 367'si kıyılara vurmuş ve son­ra depolara kaldırılmış. Geri kalanlarsa Karade­niz'in dibinde yatıyor. Bu atıkların sahibinin İtalya olduğu kanıtlanmış olsa da, ısrarlı davramlmadığı için, sorun uzun bir süre çözümsüz kalmış. Geçen zaman içinde, bu varillerin Türkiye'de yok edilmesi için bazı çalışmalar da hazırlanmış. Ancak, varillerin sahibi olan İtalya'nın kendi varillerine sahip çıkma­sı gerektiği düşünüldüğü için, bu çalışmalar yerini hukuki bir savaşa bırakmış. İtalya, atıklarının so­rumluluğunu almak ve kendi ülkesinde yok etmek zorunda. Yalnızca bu da değil, bunca yıldır varille­rin beklediği bölgede oluşan kirlenmeyi de temizle­mek zorunda! İşte, Türkiye şu sıralar savunduğu bu düşüncenin savaşını veriyor. Şu ana kadar toplan-
yene gitmeye devam ediyor. Tehlikeli atıklarla dolu variller Karadeniz kıyıla­rına vuruyor, Aliağa'daysa zehir yüklü hurda gemiler sökülmeyi bekliyor. Ama, elimiz kolumuz bağlı da oturmu­yoruz. Çevre ve Orman Bakanlığı, bele­diyeler, sanayi odaları, araştırma ensti­tüleri kolları sıvamış durumda. Bu ko­nuda başı çekenlerden biri de Greenpe-ace. Projeler yazılıp çiziliyor, kampan­yalar hazırlanıyor... Bu arada, bilim de üzerimizden ışığını eksik etmiyor. Tür­kiye, sırat köprüsünü geçmeye hazırla­nıyor!
Türkiye'de Durum
Canlılar ya da çevre için tehlike oluşturan atıklara, tehlikeli atik deni­yor. Bu atıklar, kimyasal etkinlik ya da zehirlilik nedeniyle tehlikeli adını alı­yor. Patlayıcılık, çürütücülük ya da ze­hirlilik gibi özellikler, atıkların tek bas-
mış 35 bin kişi ve 142 sivil toplum kuruluşunun im­zaları da "Türkiye, gelişmiş ülkelerin çöplüğü olma­yacak!" mesajını veriyor.
22-23 Ocak tarihlerinde, iki ülkenin konuyla ilgili uzmanlardan oluşan heyetleri Roma'da buluş­tu. Yapılan toplantıda her iki taraf da, kendi tek­liflerini ortaya koydu. Görünen o ki, İtalya bu atık­larını geri almaktan yana değil. Önerileri, bedelle­rinin verilmesi karşılığında bu tehlikeli atıkların Türkiye'de çaresine bakılması. Bir sonuca varıla­mayan bu büyük buluşmanın devamı Ankara'da yapılacak. Özetle, atıkların kaderi bir süre daha belirsiz kalacak.
Peki, bu varillerin kaynağı ne? Çevre ve Orman Bakanlığı'na göre bu atıklar, kimyasal madde üre­ten pek çok İtalyan şirketi, ve küçük çaplı kuru-te-mizleme işletmelerine ait. Varillerin içinde, imalat artıkları, kuru temizleme artıkları, yağ, boya atık­ları, tarım ilacı DDT içeren atıklar, çözücü kimya­sal artıkları, klorlu organik bileşikler (çözücüler ve heksaklorobenzen (HCB), klorobenzen asitleri, tri-metilbenzen), aseton gibi klorobenzenler ve kur­şun içeren karışık atıklar bulunuyor.
Zehirli, yanıcı, doğada kalıcı ve yağ dokuların­da biriken bu atıkların sonu nasıl bitecek? Türki­ye, bu büyük sınavdan hangi notu alacak? Anlaşı­lan o ki, bu soruların yanıtları için, nefeslerimizi biraz daha tutmamız gerekiyor.
larına ya da başka bir atıkla birleştikle­rinde sağlığımıza ya da çevreye zarar vermelerine yol açıyor. Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Dünya Bankası ve Bir­leşmiş Milletler Çevre Koruma Grubu (UNEP) tarafından kullanılan tehlikeli atık gruplandırmasında, asidik ve bazik atıklar, siyanürlü atıklar, ağır metal içe­ren atıklar ve asbest kalıntıları gibi inorganik atıklar, madeni atıklar, kir­lenmiş klorlu çözücüler, PCB'ler, boya ve reçine atıkları, pestisitler gibi kimya­sal kökenli organik atıklar, biyolojik kökenli organik atıklar ve enfekte atık­lar listenin başlarına yerleşmiş.
Türkiye'de, tüm bu atıkları tanımla­yan, zehirli kabul edilen miktarları be­lirleyen, bunların nasıl taşınması ve na­sıl yönetilmesi gerektiğini gösteren iki yönetmeliğimiz var: "Tehlikeli Atıkların Kontrolü Yönetmeliği" ve "Tıbbi Atıkla­rın Kontrolü Yönetmeliği". Her iki yö-
Şubat 2004 35 BİLİMveTEKNİK
leri alınmış ve soğudukça içerisindeki parçacık­lardan arındırılmış, ancak kimyasal bakımdan halen kirli bir gaz var. Bu gaz, içerisinde halen hidroklorik asit, furan, dioksin, kükürtoksit gibi kirleticileri barındırıyor. Bu nedenle, gazın yolcu­luğu devam ediyor. Hidrostatik filtreyle, tozdan tümüyle arındırılıyor. Gazın içindeki kimyasalla­rın tozlarla yayılması engelleniyor. Kirletici kim­yasalları almak için bir yıkama işlemiyle ağır me­taller alınıyor. Bir işlemle de kalan ağır metaller toplanıyor. Parçalanmış dioksin ve furan gibi kir­leticiler de son olarak bu işlemle yıkanarak tutu­luyor. Gaz, son kez furan ve dioksin ünitesinden geçirilerek, kalan dioksin ve furanlardan (halen varsa) arındırılıyor. Son olarak, gaz içinde kalan bir şey var mı diye son bir kontrol yapılıyor. Ka­lan gaz da bacadan atmosfere veriliyor. Bu ana­lizler, otomatik olarak sürekli bilgisayar ortamın­da takip ediliyor ve yakma işlemi kontrol edili­yor. Bu sonuçları il çevre müdürlüğü de takip edilebiliyor. Yıkama işlemi sırasında, her ünite­den çıkan kirli yıkama sıvıları toplanarak fiziksel kimyasal arıtma ünitesinde arıtılıyor. İçerisindeki kirlilikler alınıp çamur haline getiriliyor. Arıtılan su, iki dengeleme tankında toplanıp üç reaktör­de çeşitli kimyasallarla tepkimeye sokuluyor. Bu kimyasalların kimi demiri, kimi kloru tutuyor. Buradan çıkanlar durultucudan geçiriliyor. Bura­dan arıtılmış su arıtma tesisine, çamur da çamur tankına gidiyor. Çamur içinde tüm kirleticiler bloklaşıp dibe çöküyor. Çamur susuzlaştırılıp de­polama kriterleri çerçevesinde analizleri yapılı­yor. Ve çıkan sonuca göre depolama alanına gö­türülüp depolanıyor.
Tesisin kapasitesi yılda 35.000 ton. Ancak Çevre ve Orman Bakanlığı'nın envanterlerine gö­re Türkiye'de yılda minimum 2 milyon ton tehli­keli atık üretiliyor. Bu 35.000 ton bile İZAY-DAŞ'a gelmezken milyon tonluk atıkların ne ol­duğu konusunda kayıt yok.
İZAYDAŞ, Türkiye'de tek lisanslı klinik ve tehlikeli atık yakma tesisi. Yönetmeliğe göre teh­likeli atık olarak kabul edilen atıklar bu tesiste yakılıyor. Tehlikeli atıkların bu tesiste geçirildiği işlemleri, fabrikanın müdürü Saim Salman'dan dinledik.
Atıklar, özel lisanslı tehlikeli atık taşıma araçlarıyla buraya getiriliyor. Buraya atık gönde­ren ya da göndermek isteyen her firma, önce l kg'lık numune gönderiyor. Tesiste bulunan labo-ratuvarda atıkların, pH'ından ağır metal içeriği­ne kadar 21 parametreye göre analizleri yapıla­rak, yönetmeliğe göre yanabilenler yakılıyor, ya-namayanlar da yine tesis içinde bulunan düzenli depolama sahalarına depolanıyor. Bu tesise, pat­layıcı maddeler, radyoaktif atıklar, mezbaha atık­ları, dışkı ve kadavralar kabul edilmiyor. Atıklar tehlikeli atık taşıma araçlarıyla tesise geldiklerin­de, ilk olarak kapının girişindeki sabit radyasyon ölçüm ünitesinden geçiyor. Burada, gelen atıkla­rın radyoaktivitesi ölçülüyor. Radyoaktif atıklar tespit edildiğinde Türkiye Atom Enerjisi Kuru­mu'na bildiriliyor.
Yakma tesisine gelen atıklar, yanma özellik­lerine göre ayrı ayrı depolanıyor. Yakma tesisin­de üç şekilde atık beslemesi yapılıyor. Pompala­nabilir kıvamda olup depolama özelliği olan sıvı atıklar, tank çiftliği denen bölümde depolanıyor. Dökme atıklar, karıştırma yapılarak homojenize hale getiriliyor. Kamyonla taşınabilen ve karış­masında sakınca olmayan atıklar da ayrı bir de­poda toplanıyor. Klinik atıklar, fıçılar içinde ka­palı olarak getiriliyor ve kimseyle temas etme-
den kapalı fıçılar içinde doğrudan fırına gönderi­liyor. Fıçılarda gelen toz şeklindeki ve başka bir maddeyle birleştiğinde sorun yaratabilecek tipte atıklar, fıçı alanında toplanıyor. Bu fıçılar ayrı bir alanda özelliklerine göre ayrıca dizilerek hazırla­nıyorlar.
Yakma, iki aşamada gerçekleşiyor. İlk yakma işlemi, döner fırında yaklaşık 1100°C'de yapılı­yor. Yanma sonucu oluşan cüruf alınıyor ve ana­lizleri yapılıyor. Sonuçlara göre ya evsel depola­ma alanında ya da düzenli depolama alanlarında depolanıyor. İlk yakma odasından çıkan gaz, ikinci yakma odasına geçiyor. Burada, içindeki furan ve dioksin gibi kirleticilerin tümüyle parça­lanmaları için 1200°C minimum sıcaklıkta yeni­den yakılıyor. Oluşan gaz, parçalanmış da olsa kirletici, kül ve toz içeriyor. Bunların da çevre ve insan sağlığına zarar vermemesi için temizlenme­si gerekiyor. Sıcak gazla işlem yapılamıyor. Bir de elde bir enerji var. Son kısımda (Boyler) bu gaz hem soğutuluyor hem de içindeki ısı enerjisi alınıp sıcak-soğuk su ısı geçişinden dolayı buhar elde ediliyor. Buhar da türbin jeneratörüyle elektrik enerjisine dönüştürülüyor. Boylerde kül-
netmeliğin de, Avrupa'da hazırlanmış yönetmeliklerden hiçbir eksiği yok. An­cak, uygulamaya gelindiğinde şöyle bir duraksıyoruz. Yapılanlar yanında yapıl­ması gerekenler listesi de oldukça kala­balık...
Denizlerimizin Payı
Dünyada her yıl yaklaşık 600 hurda gemi, gemi sokum fabrikalarında sökü­lüyor. Bunların büyük bir kısmının Türkiye'de Aliağa gemi sokum alanına geldiği söyleniyor. Türkiye'ye neden bu kadar büyük talep olduğunun yanıtıysa üzücü. Bu gemileri Türkiye'de söktür­menin maliyeti daha az; çünkü Çevre Mühendisleri Odası'nın yaptığı bir ince­lemeye ve Greenpeace sözcülerine gö­re, Aliağa'daki temel iş ve çevre sağlığı koşullan yerine getirilmiyor. Sökülmek üzere başka bir ülkeye gönderilen hur­da gemilerin, gönderilmeden önce mut-
laka tehlikeli atıktan arındırılmış olma­sı gerekiyor. Ancak, bu kurala da uyul­muyor. Aslında, zehirli atıkların sınır ötesi dolaşımlarının önlenmesini ve de­netimini amaçlayan "Basel Sözleşme­sine taraf olan Türkiye, her türlü teh­likeli atığın ithalini yasaklıyor. Ama bu-
na karşın, gemiler zehirlerinden arındı­rılmamış şekilde ülke sularımıza girme çabalarına devam ediyorlar. Başımızda yasadışı yollardan geldiğini bildiğimiz üç büyük bela var: Karadeniz'deki İtal­yan atıkları, İspanyollara ait zehirli atıklar ve Aliağa gemi sokum bölgesin­de sökülmek üzere bekletilen Fransız gemisi Sea Beirut Neyse ki, bu konuda denetimimiz giderek artıyor. İtalya ve İspanya'ya ait atıkları sahiplerine geri verme savaşımız sürüyor. Yakın za­manda yine sökülmesi amacıyla Türki­ye'ye doğru yasadışı yollardan yola çı kan başka bir Fransız gemisi de Sicilya açıklarında durdurularak gerisin geriye gönderildi. Sea Beirut'un da geri gön­derilme çabaları sürüyor.
Hurda gemilerle gelen en büyük tehlike asbest. Yanmazlık kalitesi, yalı-tım gücü ve kimyasal olarak nötr olma-sından dolayı birçok gemide asbest kul lanılıyor. Asbest, derli toplu durduğun
TÜBİTAK'tan Bir İlk!
TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi, Ener­ji Sistemleri ve Çevre Araştırma Enstitüsü'nde (ESÇAE) artık, büyük masraflarla yurt dışına gönderilerek analizleri yaptırılmak zorunda olan, bilinen en zehirli en tehlikeli atıklardan olan dioksin ve turanlar ölçülebiliyor. Kütle spektrometre laboratuvarında yüksek çözünür­lüklü GCMS aygıtıyla, artık dioksin ve furan ana­lizleri de yapılabilecek. Dioksin ve furan, yalnız­ca atık yakma tesislerinin sorunu değil. Bu kir­leticiler, gıda ürünlerinde de birikiyor. Yurt dışı­na ihracat yapılmak istendiği zaman, dioksin analizi yapılması da isteniyor. Bu ölçümlerin tü­mü artık Türkiye'de çok daha ucuz bir maliyetle yapılabilecek. Böylece, dış piyasada rekabet şan­sımız da artacak.
BİLİM ve TEKNİK 36 Şubat 2004
da hiçbir zarar vermeyen bir madde. Ancak, kesim ve sokum işlemleri sıra­sında çevreye yayılan lifleri, akciğerde yara benzeri dokuların oluşmasına ve sürekli nefes alma zorluklarına yol açı­yor. Uzun dönemdeyse, akciğer kanse­ri ya da solunum organlarını çevrele­yen tabakalarda görülen kanserlerle sonuçlanıyor. Amerika'da asbest içeren izolasyon malzemelerinin sokumu, ast­ronot giysilerine benzeyen özel giysi­lerle donanmış işçiler tarafından yapılı­yor. Türkiye'deyse, yine Çevre Mühen­disleri Odası raporuna göre, sokum iş­lemi yeterli güvenlik donanımına sahip olmayan işçilerce yapılıyor.
Önemli bir başka deniz kirlenmesi sorunu da cıvayla karşımıza çıkıyor. Kimyasal reaksiyonlara kolay girme­yen, termometremizde uslu uslu otu­ran cıva, doğada bakteriler aracılığıyla kimyasal değişimlere uğruyor ve eko-sistemlerde biriken, zehirli bir madde haline giriyor. Cıvanın başlıca zehirli türevi olan metilli cıvanın insanlara et­kisi, sinir sisteminin zehirlenmesi yo­luyla oluyor. Metilli cıva, teknik adıyla nörotoksik bir madde. Önce dokunma duyusunu, sonra görme duyusunu et­kiliyor. Daha sonraysa merkezi sinir sistemini zehirleyerek felç ve ölüme yol açıyor.
Marmara Denizi de bu tehlikeyle karşı karşıya. Tehlikenin insanlara ya­yılmasına neden olan başlıca canlılar midyeler (Mytilus sp.). Midyeler deniz suyunu süzerek besleniyorlar. Marma­ra'da yaşayan midyeler beslenirken, su­daki ağır metallerin bir kısmını vücutla­rında biriktiriyorlar. Bu nedenle, uz­manlar bu midyelere dikkatli yaklaşıl­ması gerektiğini vurguluyorlar. Marma­ra'nın değişik bölgelerinden toplanan midyelerde yapılan cıva analiz sonuçla­rına göre, İzmit Körfezi'nde ve Haliç'te cıva kirlenmesi Tarım ve Köy İşleri Ba-kanlığı'nın hazırladığı sınır değerlerini geçiyor. Biz de, Çiçek Pasajı'nın vazge-çilmez keyfi olan bu midyelerin içinden ne çıkacağını görmek istedik. Bunun üzerine, l kg midye alıp TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi'nde bunla-nn cıva ve kurşun analizlerini yaptır­dik. Sonuçlar korktuğumuz gibi çıkma-di: Cıva 0,011 mg/kg, kurşunsa 0,296 mg/kg. Kabul edilen değerlerse, cıva
için 0,5 mg/kg, kurşun için l mg/kg. Yani, bu midyelerdeki cıva ve kurşun atıl miktarı, kabul edilen sınırların altında.
Ancak, konunun uzmanına sorduğu­muzda, bize yapılan tek bir ölçümle so­nuca varılamayacağını söyledi. Yani, bu leziz midyelere karşı bir süre daha tem­kinle yaklaşmakta yarar var.
Bugüne kadar deneyimler, önemli sorunlar çıkıncaya kadar, hiçbir ülke­nin bu atıkları ciddi bir denetim altına alamadığını gösteriyor. Bunun başlıca nedeniyse, etkilerinin geç ortaya çıkma­sı. Atıklar genellikle en kolay yoldan çe­lik variller içinde çeşitli yerlerdeki çöp­lüklere atılıyor ya da gömülüyor. So­runların ortaya çıkması, genellikle bu varillerin çürüyüp delinmesiyle başlı­yor. Bu da, en azından 20-30 yıl alıyor. Yani, bir o kadar zaman "şimdilik her şey yolunda" rahatlığıyla bekliyoruz. Ama ondan son- ra gerçek yakamıza yapışı­yor. Biliyoruz ki, doğada hiçbir şey yok olmaz.
Temele İnmek...
Çevre ve Orman Bakanlığı Atık Yö­netimi Dairesi'nin yanısıra, Kimya Sa­nayicileri Derneği, sanayi odaları, Gre-enpeace gibi sivil toplum kuruluşları, Türkiye'de tehlikeli atıklar sorunuyla, farklı yönlerden başa çıkmaya çalışıyor­lar. Her nokta üzerinde tam bir uyum olmasa da, hepsinin "ilk" vurguladığı, Türkiye'de acilen bir envanter çalışma­sının yapılmasının gerekliliği. Yani, ilk olarak "nerede, hangi atıktan ne kadar üretiliyor?" sorusunun yanıtlanması ge­rekiyor. Türkiye'de sanayinin büyük bir bölümünü küçük ve orta
Şubat 2004 37 BİLİM ve TEKNİK
ürettikleri ürünlerden değil, tehlikeli sı­nıfına giren atıklarından da sorumlu­lar. Atıklarını, yok etmek için lisanslı bir tesise göndermeleri gerekiyor. Za­ten kazancıyla ancak kendi üretimini çevirebilen küçük ölçekli sanayilerse, hiç olmazsa bu masraftan kurtulmak için denizleri ya da arka bahçesini kul­lanma yolunu seçiyor.
Atıklarımızı Yakıyoruz!
Atık yakma tesisleri, her ne kadar şimdilik küçük bir açığı yamama göre­vini yerine getirse de bir yandan da tepkiler alıyor. Bu tepkilerin nedenle­rinin başında, yakma tesislerinin ya­rarlan yanı sıra, arka planda tutulan zararları gelilor: Baca gazı, kül ve cü­ruflar. Yakarak yok ettiğimizi sandığı­mız tehlikeli atıklar, yalnızca şekil değiştirerek, daha küçük bir hacimde belki de daha zarar­lı olduğu düşünülen kim­yasal yapılara dönüşü­yorlar. Bu kimyasalla­rın arasında "Dioksin-ler", "Poliklorlu Bife-niller (PCBler)", "Po­liklorlu Naftalin", "Klorlu Benzen", "Po-liaromatik Hidrokar­bonlar (PAHlar)", çeşit­li "Uçucu Organik Bile-
Bir de evimizde küçük çocuğu-! muz ya da hayvanımız varsa, evi­mizdeki en büyük "gizli tehlike" oluyorlar.
Her ne kadar, ülkemizde henüz evsel tehlikeli atıklara yönelik atılmış bir adım ol­
ölçekli işletmeler oluşturuyor. Elbette, envanter için zaman ve büyük emek gerektirecek bir çalışma. Bu çalışma­da, sanayi odalarının ve sanayicile­rin de büyük destekleri gereki­yor. Türkiye'de gerçek bir teh­likeli atık yönetimi, ancak böyle bir envanter hazırla­dıktan sonra uygulanabi­lir. Bu envanterle, teh­likeli atıkların deneti­mi ve yok edilmesi için de güvenli çö­zümler üretmek mümkün olabilir. Yani, çözüm için sorunun temelin­den yola çıkmak gerekiyor.
Tehlikeli atık en­vanterimiz yok diye, elimiz kolumuz bağlı da oturmuyoruz el­bette. "Arka bahçe"de biriken tehlikeli atıkların çok küçük bölümünden de olsa, kurtulmak için bir yöntemimiz var: Atık yakma ve düzenli depolama. Türkiye'de, atık yakma ve düzenli de­polama yoluyla atıklardan kurtulma görevini İzmit Atık ve Artıkları Arıtma, Yakma ve Değerlendime A.Ş. (İZAY-DAŞ) üstlenmiş. Ancak, kendi deyimle­riyle, büyük bir deliğin ancak küçücük bir noktasını yamayabiliyorlar. Bunun nedenlerinden biri, İZAYDAŞ'ın yal­nızca yılda 35.000 tonluk bir yakma ve düzenli depolama kapasitesine sahip olması. Üstelik, tam kapasiteyle de ça­lışamıyor. Çünkü, atıkları İZAYDAŞ'a göndermek, sanayicilere ek bir masraf kapısı açıyor. Sanayiciler, yalnızca
masa da, son yıllarda pek çok yerde bu konu­da programlar başlatılmış durumda. Bu program­lar sayesinde hem tehlikeli atıklar evsel atıklar­dan ayrıştırılıyor, hem de halkın bilinçlenmesi sağlanıyor. Halkın katılımı sağlanan programlar biri, Kanada'nın Peterborough kentinde başladı. Evdeki tehlikeli atıkların depolanması ve yok edil­mesinde doğru yöntem uygulanmasını sağlamak ve daha güvenli alternatifler kullanarak atık olu­şumunu azaltmak amacıyla, Peterborough kenti, evsel tehlikeli atıklar için özel atık toplama za­manları düzenliyor. Kentin uygun yerlerinde belir­li zamanlarda özel toplama alanları oluşturuluyor. Her türlü atık için gerikazanım programları ve özel yok etme yöntemleri uygulanıyor, ayrıca in­sanlar yok edilmesi için getirdikleri malzemelerin çoğuna karşı çevre dostu olan alternatifler konu­sunda bilgilendiriliyorlar.
Türkiye'de de üniversitelerde bu programla­rın ön çalışmaları niteliğinde kabul edilebilecek tez çalışmaları yapılıyor. Tez kapsamında, anket­ler yapılıyor ve sonuçları değerlendiriliyor.
BİLİM ve TEKNİK 38 Şubat 2004
gelişmeye açık. Pek çok alanda çıkan atıklar başka bir alanda hammadde ola­rak ya da geri kazanılarak tekrar kulla­nılıyor. Bu süreçte en büyük rolse, "Atik Borsası"na düşüyor.
Tüm dünya'da atık yakmayla ilgili bir takım önlemler almıyor. Pek çok ül­kede bu konuda tesis kapatma ya da mahkeme kararıyla bir takım kısıtlama­lar getiriliyor. Örneğin, Filipinler'de atik yakma işlemi mahkeme kararıyla tamamen yasaklanmış. Pek çok Avrupa ülkesinde de yeni atik tesisleri kurma plan ve projeleri sürüyor. Türkiye'dey­se, birkaç yerde daha, ama iki üç tane­den fazla olmamak kaydıyla yeni yak­ma tesislerini kurmak gerektiği düşü­nülüyor. Bunun için de yine envanter
çalışması yapılması ve böylece bu tesi­se gereksinim duyulan bölgelerin belir­lenmesi gerekiyor.
Bu arada, Türkiye'de uygulamaya konulan büyük bir çalışmanın da müj­desini verelim. Çevre ve Orman Bakan-lığı'nca, Akdeniz'e ve Karadeniz'e kara­dan gitmiş tüm kirleticilerin envanteri­nin hazırlanma çalışmaları başlatılmış. Bu çalışma sonucunda, hangi bölgede hangi kirletici olduğu, bu kirleticilerin kime ait olduğu ve kaynağı ortaya çıka­cak. Bu sayede, kaynakta çözüm bulma çalışmaları da yapılabilecek. Uluslarara­sı bir kapsamı olan bu çalışmayla, de­nizlerin kirlenmesinde hangi ülkenin ne oranda katkısı olduğu da ortaya çı­kacak.
Ya Tıbbi Atıklar?
Türkiye'de tıbbi atıklar, tehlikeli atıklara oranla daha şanslı. Elbette, tüm Türkiye'de tıbbi atıkların akıbeti­nin ortak olduğunu söyleyemeyiz; an­cak, bu atıklar belediyeler gibi küçük birimlerin denetimi altında olduğu için kontrol altında tutulabiliyor. Tıbbi atik-lar, Ankara'da Büyükşehir Belediyesi Çevre Sağlığı Şubesinin kontrolünde TEK firması tarafından, İstanbul'daysa, İstanbul Büyükşehir Belediyesi İşletme Müdürlüğü kontrolünde İST AÇ firması tarafından düzenli olarak toplanıyor ve yok etine işlemleri yapılıyor.
TEK, 2001 yılından beri Ankara ve yakın çevresi içindeki 700 hastane, po-
Türkiye'de kullanıma girmemiş olsa da Dünyanın pek çok yerinde kullanıyor. Bu işlemin en büyük avantajı, pek çok tıbbi aletin tekrar kullanılmasını ya da gerikazanımını sağlaması. Otoklav aygıtları, masa üzeri boyundan, endüstriyel boya kadar çeşit­li boylarda bulunuyor.
120 ve 165°C'lerde 30-90 dakikalık sürelerde basınçlı buharla işlem yapılıyor. Buhar, bakterilerin ve patojenik mikroorganizmaların zarar görmesine neden oluyor. Atıklar bu yöntemle geri kazanılabi-lirken, gömülmeye gönderilecek atık hacminde de yaklaşık %75 oranında bir azalma sağlıyor.
Süper ısıtılmış Buharla Dezenfeksiyon: Bu sis­tem, ısıtılmış, hareketli kırıcı ve bir dezenfeksiyon ünitesinden ibaret. Dezenfeksiyon ünitesi, yüksek sıcaklık ve atmosferik basınçta tekrar buhar oluş­turma işlemi esasına göre çalışıyor. Dönüşümde sü­per ısıtılmış buhar kullanılıyor. Tıbbi atıkları parça­lama işlemi sırasında sıcaklık 480-800°C'ye kadar ulaşıyor. Uçucu organik maddeler, sıcaklık 1550°C'ye kadar ulaştığında parçalanıyor ve uçu­cu hale geliyor. Tıbbi atık içindeki organik madde­ler buharlaştığından, atığın ağırlığı %50 oranında azalıyor.
Bu dezenfeksiyon yöntemi radyoaktif tıbbi atık­lar dışında her türlü tıbbi atığın yok edilmesinde kullanılabiliyor. İşlemin toplam süresi, üründeki karbon monoksit konsantrasyonuna bağlı olarak değişiyor.
Mikrodalga: Mikrodalgalar, enfekte ajanları tahrip etmek için kullanılıyor. 1980'lerde Alman­ya'da geliştirilen bu yöntem halen 40'dan fazla ül­kede kullanılıyor.
Atık içinde bulunan su, mikrodalgalarla hızlı olarak ısıtılır ve çoğu mikroorganizmalar, dalgabo-yu 12,24 ve frekansı 2450 mHz olan ışınlama ile tahrip ediliyor. Bu tesiste, atıklar küçük parçalara bölündükten ve nemi oranı düşürülüp ışınlamaya maruz bırakıldıktan sonra, mikrodalga ünitesinde 90°C'de 2 saat ısıtılıyor. Mikrodalgalar, enfekte ajanları tahrip ediyor. Uçucu maddeler ve su alını­yor. Böylece atığın hacmi, yaklaşık %80 azalıyor. Sistem tam olarak kapalı, bu nedenle herhangi bir emisyona neden olmuyor. Ancak, mikrodalga yön­temi, sıvı kan ya da zararlı sıvı kimyasalları dezen­fekte etmede kullanılamıyor.
kün. Örneğin, Muayene eldivenlerinde PVC yerine, PE (polyester) ya da PE kopolimerler tavsiye edili­yor. Latekslerinde daha kaliteli ve virüsler için da­ha güçlü bir önlem olacağı söyleniyor. Tek kulla­nımlık ziyaretçi galoşlarını da yine PE'den üretmek mümkün. Enjektörler içinse PE ve PP (polipropi-len), bazen ABS (Akrilnitril-butadiyen-stiren) ve do­ğal lastik ve kan alımı için cam kullanımı tavsiye ediliyor. Bu ürünler eskilerinden %20-30 oranında daha pahalı. Ancak, atıkların yakma ya da düzenli depolanma ve taşınma ücretleri göz önünde bulun­durulursa, ücretler birbirini dengeliyor. Daha sağ­lıklı bir yaşam da yanımıza kâr kalıyor.
Otoklav: Temel olarak, yüksek basınçlı buhar kullanarak sterilizasyon yöntemi. Bu yöntem henüz
Yakmaya Alternetif
Tıbbi atıkların büyük bir kısmı PVC (polivinilk-lorür) içerikli atıklar. Bu nedenle, yakıldıkları za­man büyük miktarda dioksin açığa çıkarıyorlar. As­lında her ne kadar endüstriyel atıklar için bunu söy-leyemesek de, tıbbi atıkların daha güvenli şekilde yok edilme yöntemleri mevcut. Özellikle Batı ülke­lerinde pek çok alternatif yöntem uygulanıyor. En başta, Avusturya, Almanya ve Danimarka'da pek çok hastane, atıklarını sterilizasyon sonucu yeniden kullanıma kazandırılabilen ürünlerle değiştirerek kaynakta azaltıyor. Özellikle PVC'Ii ürünler yerine kullanılabilecek alternatif ürünler seçmek müm-
BİLİM ve TEKNİK 40 Şubat 2004
liklinik, sağlık ocağı, diyaliz merkezi gi­bi kurumlarının tıbbi atıklarını toplu­yor. Tıbbi Atıkların Kontrolü Yönetme-liği'ne uygun tasarlanmış 5 adet araçla toplanan atıklar, Sincan Çadırtepe'de düzenli gömme yöntemiyle yok edili­yor. Yani çok büyük havuzlar açılıyor. Bu havuzların altlarında sıvıyı bir yer­de toplayan drenaj sistemleri kurulu­yor. Havuzun alt tabanı izole ediliyor. Tabana, sızdırmayı engelleyici bir zar döşeniyor. Buralara tıbbi atıklar boşal­tılıyor. Üzerine emici bir madde olan "klinoptilolit" dökülüyor. Onun üzeri­ne de bir tabaka kireç atılıyor. Son ola­rak, üzeri toprakla örtülüyor. Büyük hastaneler hergün, bazı küçük sağlık ocaklarına da iki üç gün de bir giden TEK araçları, üzerlerindeki Uydu takip-li Coğrafi Konumlandırma Sistemi (GPS) aygıtları sayesinde kolayca izle­nebiliyor.
İstanbul'da da tıbbi atıkların akıbeti
benzer. Katı atık projesi kapsamındaki
tesislerin teknik çalışmaları, bakım-ona-
rımları, yeni sıhhi depolama sahalarına
gelen katı atıkların yok edilmesi ve ge-
rikazanım işi İstanbul'da İSTAÇ A.Ş.
(İstanbul Çevre Koruma ve Atık mad-
deleri Değerlendirme Sanayi ve Ticaret
Anonim şirketi) tarafından yapılıyor ve
2005 yılına kadar da sürecek. Ancak İs-
tanbul'da, tıbbi atıkların yok edilmesi
yakılarak sağlanıyor. Kapasitesi günde
24 ton olan yakma tesisi, Kemerbur-
gaz'da Odayeri'nde düzenli depolama
alanının yakınında. Hemen hemen tam
kapasiteyle çalışıyor. Müdür yardımcısı
Metin Dökmeci, tıbbi atıkların, imhasın-
dan sonra çevreye bir zararın söz ko­nusu olmadığını söylüyor. Yani, baca gazı emisyonları, yönetmelikte izin ve­rilen eşikleri tutuyor. Küller de düzen­li depolama alanına gömülüyor. Yakma tesisinden elde edilen 0,5 megawatt elektrik enerjisi de kâr kalıyor. İSTAÇ, 12 aracıyla yalnızca 20 yatak ve üstüne sahip olan 175 hastanenin tıbbi atıkla­rını topluyor. 20 yatak altı hastaneler, muayenehane, laboratuvarlar ve klinik­lerin tıbbi atıklarını da ilçe belediyeleri topluyor. Belediyeler topladıkları tıbbi atıkları, kendi araçlarıyla haftada bir iki gün İSTAÇ A.Ş.'ye getiriyorlar.
Belediyeler adına tıbbi atıkların top­lanmasını sağlayan bu firmaların karşı­laştıkları en büyük güçlük, açık bırakı­lan enjektör uçları. Bu enjektör uçları, kullanılan eldivenlerin kalınlığı ne olur­sa olsun personelin ellerine batabiliyor. Kalın poşetler daha maliyetli olduğu için çoğu devlet hastanesi, gerekli ko­ruma işlemini doğru şekilde yapamı­yor. Sistemin doğru uygulanmasında sorun çıkaran kurumlaraysa cezai yap­tırımlar uygulanıyor. İlk yıllarda, alış­ma süresi olarak yalnızca sözlü ya da yazılı uyarı yapılmış. Ancak, bundan sonra belediyeler yaptırımlar konusun­da daha acımasız olacağa benziyor.
Tek sorun bu değil elbette! Özellik­le veterinerlik fakültelerinde, parçalan­madan ve ince poşetlerle atılmış kadav­ralar da, işlerin yolunda gitmesini en­gelleyen yanlışlardan biri. Bir de, kü­çük muayenehanelerde denetimlerin yapılamaması, işleri zorlaştırıyor. Aslın­da, sistem çok karışık gibi görünse de,
yapılması gereken tek şey, enjektörle­rin kutularda ve tüm tıbbi atıkların doğru kalınlıktaki özel kırmızı poşet­lerde biriktirilmesi. Evsel hastane atık­larının, bu poşetlere konmaması gere­kiyor. Böylece, hem tıbbi atıkların mik­tarı azaltılmış, hem de ödenen bedel azalmış olacak. Çünkü, ürettikleri tıbbi atık karşılığında, sağlık kurumları da belediyelere bir bedel ödüyorlar.
Radyoaktif tıbbi atıklar
Radyoaktif tıbbi atıklar, belli bir sü­re zararsız hale gelene, yani yarı lanma ömürleri dolana kadar bekletildikten sonra öteki tıbbi atıklarla birlikte atılı­yor. Örneğin, uyarılmış durumda tek-nezyum-99'un (Tc-99m) yarılanma sü­resi 6 saat. Teknezyum, kurşun bir ku­tunun içinde biriktiriliyor ve l hafta bekletiliyor. Bu süre sonunda, radyoak­tivitesi kalmadığı için, normal tıbbi atıkla atılabiliyor. Hastanelerde kullanı­lan radyoaktif maddelerin başında İyot 131 (yanlanma süresi 8 gün), talyum (yarılanma süresi 3 gün) ve galyum (ya­rılanma süresi 5 gün) geliyor. Bunlar, bir haftanın sonunda radyoaktif atık bekletme odasında 10 yan ömür bekle­tiliyor. Bu sürede aktivitesi hemen he­men sıfırlanıyor ve çok daha az zarar potansiyeli taşır hale geliyor. Oradan da tıbbi atık depolama sahasına gönde­riliyor. Bu atıklar, hastalara enjekte edilen maddelerin kullanıldığı kaplar. Örneğin, enjektörler, bardaklar... İyot 125 (yarı ömrü 3 ay) gibi deneylerde hormonlarla çalışılan sıvı atıklar da bi-
Şubat 2004 41 BİLİM ve TEKNİK
donlara konuluyor. Bidonlar etiketle­nip 10 yarı ömür yine depoda bekletilip tıbbi atıklarla gönderiliyor. Hastaneler­deki asıl radyoaktif kaynak, bu madde­lerin sağıldığı jeneratörler. Bunlar da işleri bittiğinde, getiren lisanslı firmalar tarafından geri alınıyor ve Türk Atom Enerjisi Kurumuna teslim ediliyor.
Çare Temiz Üretimde!
Şu anda, bu atıklardan kurtulmak için daha çok kontrollü yakma ve dü­zenli depolama yöntemlerini uyguladı-
ğımızdan söz ettik. Bu yöntemlerin so­runa çözüm değil, yalnızca küçük bir yama olduğunu da biliyoruz. Tıbbi atık­lar için daha güvenli ve kolay alternatif çözümler mevcut. Peki ya endüstriyel atıklar için? İşte bu sorunun yanıtı ne yazık ki havada kaldı. Endüstriyel atık­lardan kurtulmanın da daha güvenli bir yöntemi var elbette. Ancak, bunun için devlet kurumları, STK'lar, araştırma enstitüleri ve halkın el birliğiyle çalış­ması gerekiyor. Kesinlikle zor bir yön­tem değil! Ancak, uzun vadeli bir çalış­ma gerektiriyor. Özetle, kirliliği kayna-
ğında önle, gerikazan ve ant. En so­nunda, hala elinde tehlikeli atık varsa, yok etmeye çalış. Yani, temiz üretim.
Temiz üretimde, üretici üzerine bü­yük bir sorumluluk düşüyor. Bu, üreti­cinin, üretim süreci ve ürettiği ürün üzerindeki sorumluluğunu, ürünün tüm yaşam döngüsü boyunca da sür­dürmesi anlamına geliyor. Yani, daha az ve yenilenebilir kaynaklar kullan­mak, üretim süreçlerinde temiz tekno­lojiler kullanarak atık oluşmasını önle­mek, çıkan az miktarda ve çevreye za­rarlı olmayan atığı dönüştürmek ve sa-
BİLİM ve TEKNİK 42 Şubat 2004
tılan ürün tüketildikten sonra oluşan atığın yönetimini de üstlenmek. Bu el­bette, temiz üretimde hedeflenen nok­ta. Ancak bu noktaya gelebilmek için, öncelikle kolları sıvayıp, ürettiğimiz ya da kullandığımız hangi ürünlerin ne­den tehlikeli olduğunu öğrenmemiz ge­rekiyor.
Bundan sonra, üretimini yapacağı­mız malzemenin nasıl daha güvenli ha­le getirilebileceğini ya da tehlikeli olan malzemeler yerine hangi daha güvenli malzemeyi kullanabileceğimizi düşün­meye gelecek sıra. Elbette, her üretim­de uygulanacak yöntemler de farklı olacak. Bazı üretimlerde kullandığımız teknolojilerin de değiştirilmesi gereke­cek. İlk etapta, teknoloji değişimi için bir bedel ödenecek tabii. Ancak, daha az hammadde, su ve enerji kullanımını da içinde barındıran bu yeni teknoloji­lerin geri bildirimi için 1-2 yıl gibi bir
süre veriyor uzmanlar. Bu kirliliği kontrol etmeye çalışmak yerine, kirlili­ği önleyici sistemleri hayata geçirmek, atık borularının sonundaki pahalı arıt­ma sistemlerinin ve yakma maliyetleri­nin de ortadan kalkmasını sağlayacak. Böylece temiz teknolojiler sayesinde hem doğa ve kirlilikten etkilenen in­sanlar, hem de üreticiler kazanacak.
Dünya'da pek çok yerde bu uygula­maya geçişler başladı ve hatta pek çok firma bu sayede büyük kazançlar elde etmeye başladı bile. Türkiye'de de önü­müz oldukça açık görünüyor. Şuanda biz sanayisini geliştirmeye ve üretimini artırmaya çalışan bir ülkeyiz. Bu ne­denle de aslında şanslıyız. Çünkü, bü­yük teknolojik değişimlere gerek du­yan ağır sanayimiz yok ve küçük sana­yiyi teşviklerle destekleyerek doğru şe­kilde yönlendirebilecek bir sınırdayız. Hatta, bazı yasal yaptırım ve düzenle-
melerin etkisiyle de olsa, son yıllarda bazı kuruluşlar bu yönde yatırımlar yapmaya başladı bile.
Çevrenin bir bütün olarak korunma­sını, en etkili şekilde ve ekonomik ola­rak da uygulanabilecek teknolojileri ve uygulanış biçimlerini ön plana çıkaran çalışmalardan biri de, "BAT" (Mevcut en iyi teknikler uygulaması). Türki­ye'de buna en büyük örnek PETKİM.
Avrupa komisyonu tarafından ilk etapta, klor üretiminde kullanılan tek­nikler çevresel etkileri açısından ince­lenmiş ve cıvalı hücre yönetiminin uy­gun bir teknik olmadığı, zar hücre yö-netimininse mevcut en iyi yöntem oldu­ğu belirtilmiş. Bunun üzerine cıvalı hücre yöntemini kullanan PETKİM-Petrokimya Holding Aliağa Tesislerin­de bulunan Klor-alkali Fabrikasında bir teknoloji değişikliğine gidilmiş ve cıva­lı hücre yöntemi yerine zar hücreli yön­teme geçilmiş. Bu tesisten kurulan ye­ni teknoloji, 40 milyon dolarlık bir yatı­rıma mâl olmuş. Ancak, firmanın, yeni­lenen teknolojiyle düşen enerji tüketi­mi, artan ürün kalitesi ve düşen arıtım maliyetleri sayesinde 2-6 yıl içinde kâra geçmesi bekleniyor.
Benzer şekilde, kağıt üretiminde be­yazlatma işlemi için kullanılan klor ye­rine oksijen kullanmanın mümkün ol­duğu söyleniyor. Böylece, klorun tüm yan etkilerinden de böylece kurtulmak mümkün. Yeni üretim biçimine ilk ge­çişte, bunun bir maliyeti olacak. Ancak daha sonrasında sağlayacağı kazançlar çok daha büyük. Baştan doğru üretim biçimine geçildiğinde hem parasal ma­liyet hem de toplumsal ve çevresel ma­liyet düşecek. O vakit, sanayici de çok büyük kar elde etmeye başlayacak. Çünkü temiz üretimde yalnızca bir kimyasalı al öbürünü koy değil, enerji verimliliği, üretim verimliliği, herşey içinde olduğu için, bazen bir düğmeyi kapatarak oradan müthiş bir kar da el­de edebiliyor. Önemli olan onlara bu ortamı sağlayabilmek.
Özetlenecek olursa, Türkiye, sırat köprüsünde bir sınav veriyor. Ya kendi politikamızı belirleyip, tehlikeli atıkları­mızın sonunu kendimiz belirleyeceğiz, ya da gelişmiş ülkelerin yürüdüğü en­gebeli yolda ilerleyip önce kirletip son­ra daha pahalı yöntemlerle temizleme­ye çalışacağız...
Banu Binbaşaran Tüysüzoğlu
Şubat 2004 13 BİLİMveTEKNİK